29 Mayıs 2010 Cumartesi

O Değerli Zehir

Bazen, bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz.
Bizi biz yapan her şeyin ve adına hayat dediğimiz serüvenimizin kökünde bazen büyük bir boşluk vardır ve biz bu boşluğu, onun orada olduğunu bilmeden, hissetmeden taşır dururuz.
Onu görmemiz, hissetmemiz, onun orada bulunduğunu anlamamız, genellikle o boşluğun hiç olmazsa bir kez, güçlü bir duyguyla, keskin bir heyecanla, yakıcı bir istekle dolması ve sonra boşluğu dolduran duygunun yada insanın bizi bırakıp çekilmesiyle olur. Geride kalan, artık doldurmak için çırpındığımız bir uçurumdur.

Orada olduğunu her an bütün tenimizde ve ruhumuzda hissettiğimiz büyük bir boşluktur.
O güne dek, gizli gizli kendini duyumsatan uçurum ayaklarımızın dibinde açılmıştır artık ve gözlerimiz o derinlikten başka bir şeyi görmez; o uçurum dolmadan önce yaşadığımız her şey manasız ve sıkıcıdır, geçmiş yaşamımıza dönmeyi düşünmeye bile tahammül edemeyiz.
Bir uçurumu taşıdığımızı bilmeden manasız ve sıkıcı bir hayatı ömür boyu sürdürmek mi, yoksa orada bir uçurum olduğunu, onu, unutulmaz heyecanlarla, maceralarla, anılarla dolu bir duygu tayfunundan geçtikten sonra anlamak mı daha kötü, o sırada bunu düşünemeyiz bile.
İçindeki boşluğu bir kez görmüş olan, zaman zaman 'keşke bunu hiç görmemiş olsaydım' dese de, bir daha asla o boşlukla yaşamaya dayanamaz.
Otuz beş yaşında ülkesinden uzak bir senatoryumda veremden ölen yazar Katherine Mansfield, 'Bir Hüzün Güncesi' adını taşıyan anılarında, on sekiz yaşında, kendi hayatındaki boşluğun dolduğu geceyi anlatır:
'Soğuktan, yorgunluktan ölü gibiyim. Uyuyamıyoum; çünkü öylesine birdenbire oldu ki, uzun süredir bunu beklememe karşın, altüst oldum, ezildim altında. O, yorgun. Dün geceyi onun kolları arasında geçirdim -bu geceyse ondan nefret ediyorum- ona tapıyorum anlamına gelir bu. Bedeninin büyülü çekiciliğini duyumsamadan yatağımda yatamıyorum.'
Ve boşluğun dolduğu andaki büyük haz:
'Beni büyülüyor, tutsak ediyor, varlığına, bedenine tapıyorum. Başımı göğsüne dayayıp yatarken, yaşamın verebileceği ne varsa duyumsuyorum. Tüm sıkıntılarım, aşağılık korkularım silinip gidiyor'
O zamana kadar belli belirsiz bir iç sıkıntısı, hayatın söylendiği kadar güzel olduğundan duyulan kuşkunun yarattığı hafif bir huzursuzluk yaşanırken, o uçurum bir kez dolduktan sonra artık bir daha onun eski haline dönmemesi, hayatın hep aynı dolulukla yaşanması için önüne geçilemez bir tutku duyulur.
Hayatın zevkli ve anlamlı olduğu anlaşılmıştır.
Ve bu, insanı bağımlı kılar, zevksiz ve anlamsız bir hayat artık karanlık ve kirli duvarlarıyla ruhunuzu ezen, içinde kıpırdayamadığınız dar bir hücredir, duvarları yıkmak için önüne geçilmez bir arzu hissedersiniz.
Kısa yaşamını çılgınlıklarla, yazdığı harikulade güzel hikayelerle, hülyalarla ve acılarla geçiren Mansfield, bu bağımlılığı, bazı eleştirmenlerin 'dahice' bulduğu üslubuyla güncesine döker:
'Yaşamımın korkunç bayalığı yok olup gitti.
Onun kollarının sığınağından başka hiçbir şey kalmadı.
Kuşkusuz, bir hafta önce bütün bunlara katlanabilirdim; çünkü sevmenin sevilmenin, tutkuyla hayran olmanın gerçek anlamda ne olduğunu daha bilmiyordum. Ama şimdi onu yitirirsem, onu elimden alırlarsa, ruhum sokaklara düşer, rastgele bir yabancıdan sevgi dilenir, o değerli zehirden birazcık olsun tatmak için yalvarıp yakarır.'
Hayatımızdaki uçurumları coşkulu seller doldurur bazen, kuru bir vadinin tutkulu bir nehre, çorak bir bozkırın Babil bahçelerine dönüşmesindeki sihri şaşkın bir hayranlıkla yaşarız.
Ama ne yazık ki, bazen büyük nehir, ardında kurumuş bir nehir yatağı bırakarak akıp gider.
Daha önce hiç bilmeden içimizde taşıdığımız, ama o gittikten sonra içimizi parçalayan bir acıya dönüşen boşluk artık bütün hayatımızı esir almıştır.
Ölümün ıssızlığını andıran bir karamsarlık çöker.
'Aşktan çılgın gibiyim. Şimdi o benim için her şey, -müzikten de üstün- ama şimdi gidiyor, Beklediğim şey gerçekleşti. Sabun köpüğü gibi uçtu gitti, gerçekten de bu tür yaşantılarımın sonuncusu bu -son yaşantım. Daha fazla dayanamıyorum artık; ruhumu öldürüyor; her seferinde daha derinden duyuyorum bunu, çünkü her seferinde yaram yeniden hançerleniyor, bıçak yarayı deşiyor, eski acıları uyandırıyor. Yanımda bir mum dingince yanıyor; altın renkli bir çiçeği andırıyor; ama burada çok uzun kalırsam alev küçülecek, pırpırlanacak, ölecek. Yaşam da böyle, aşk da -belli belirsiz, geçici, kaçıcı bir şey. Karamsarlık, iç kapayıcı, korkunç, karşımda duruyor; eski düşlere tutunuyorum sıkı sıkı. Gökkuşaklarını, kesme cam bardakları seviyorum ben. Gökkuşağı silinip gidiyor, bardaksa parçalanıp binlerce elmas parçacığa dönüşüyor. Nereye dağılıyorlar, gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı içinde, göğün dört bir yanından esen yellere kapılıp yok oluyorlar.'
İçinde boşluğu taşıyan hayat, 'korkunç bir bayağılıktır' o boşluk fark edildikten sonra. Bir mumu 'altın rengi bir çiçek' yapan ise o bir tek kişinin varlığıdır.
'Gökkuşağını ve kesme bardakları' seversiniz onu düşündüğünüzde.
O gittiğinde, 'altın rengi çiçek' solar, gökyüzü ve kesme bardaklar parçalanır, gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı içinde esen yellere kapılıp yok olurlar.
YALNIZLIK, HER GİTTİĞİNİZ YERE SİZDEN ÖNCE VARIP SİZİ KARŞILAR.
Kuşların kara lekeler gibi uçtuğu bulutlu öğleden sonralara dayanamazsınız.
Ruhunuz 'sokaklara düşer', o 'değerli zehir için' yalvarırsınız insanlara.
Bulamazsınız.
O bir zehirdir, ama değerlidir ve kolay bulunmaz.
Kendinizi ve herşeyi küçümsersiniz, siz bir boşluksunuzdur ve herşey bir boşluktur.
Ve belki işte o zaman sorarsınız hangisi daha iyi diye, bir uçurumu onu hiç fark etmeden içinde taşımak mı, yoksa hayatın başka türlü yaşanacağını da gördükten sonra kederli bir yalnızlıkla içinizdeki uçurumu fark etmek mi?
Ancak uçurumu gördükten sonra sorarsınız bunu.
Bunun cevabı hep değişir, ama hep o zehri ararsınız.
Bir uçurumla yaşamak aslında yaşamamaktır, anlamışsınızdır bunu, yaşamak ise değerli bir zehri içmektir ve zehir içilirken ne kadar güzelse, bittiğinde o kadar yakıcı olacaktır.
Üstelik o zehir sizi diğerlerinden ayıracaktır. Uçurumlarını, hiç fark etmeden yaşayan insanlarla; uçurumlarının 'bir bedenin büyüsüyle', bir başka insanın ısısıyla, kahkahasıyla, sıcak bir öğleni yada erken bir sabahıyla, düşlerinde beliriveren görüntüsüyle dolduğunu görenlerin yaşadıkları ve seyrettikleri hayatlar birbirine hiç benzemeyecektir.
İkincilerin hayatında keder, ayrılık, öfke, özlem olsa da 'bayağılık' olmayacaktır.
'Altın rengi bir çiçek' gibi yanan mum sönse de altın rengi bir çiçek gibi sönecektir.
Ruhları 'sokaklara düşse' de o sokaklar 'değerli' birşeylerin arandığı yerler olacaktır.
Yalvarsalar da, öbürlerinin tadını ve sarhoşluğunu bilmedikleri bir zehri içmek için yalvaracaklardır.
Bazen bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz bunu.
Bir gün o uçurum dolar.
Değerli bir zehirle dolar o uçurum. Bizi heyecanlandıran, sakinleştiren, sevindiren ve kederlendiren bir zehirler.
Altın rengi çiçekler gibi mumlar yanar.
Sonra biri zehrini alıp gider.
Gökkuşağı ve kesme vardaklar dört bir yandan esen yellerle dağılır.
Ruhumuz sokaklara düşer.
Bir uçurum parçalanır içimizde.
Ve o değerli zehrimizden içemezsek bizi de parçalar.

02,08,2002 Cuma
Saat: 18,28

.

Ahmet Altan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder